5 Mart 2014 Çarşamba

AŞKI NEDEN HARCARLAR?

Sevgili Karakedim,

Çok uzun aradan sonra sana mektup yazmaya bir aşk meselesiyle devam edeceğim aklıma gelmezdi.
Mevzumuz Nermin Bezmen'in romanı "KURT SEYİT VE SHURA"  ve Star ekranlarında dün başlayan aynı romandan uyarlanan dizisi.

 Yılbaşı gecesi tanıtımları dönen Kurt Seyit ve Sura dizisi başrol oyuncuları sebebiyle çok ilgimi çekmişti. Özellikle roman uyarlaması bir senaryoyu izleyecek olmak beni heyecanlandırmıştı.

Her roman uyarlamasına bu şekilde yaklaşmam. Mesela 2012'de okuyucu karşısına çıkmış olan Merhamet adlı roman 2013 yılında dizileştiriliyorsa orada bir dururum. Okuyucunun hazmetmeye fırsatı olmadan izleyici konumuna geçirilmesine son derece karşıyım. Bu fikrimi romanın yazarı Hande Altaylı'ya bir şekilde ilettiğimde kendisinden aldığım cevap "Kısmet:)" olmuştu. Bunun adı kısmet değil "Torpil"dir ve bu "Okuyucu"ya yapılan en büyük hakarettir. İçerisinde bulundukları durumun kelime anlamını bilmeyen "yazar" ların hiçbir işiyle muhattap olmamayı tercih ediyorum.

Önümüzdeki örnek ise biraz daha farklı bir konumdaydı benim için. Dizi tanıtımları meraklandırınca önümde vakit de varken önce romanı okumam gerektiğine karar verdim. Okuyucu kimliği izleyici kimliğinden ağır basan bir kadın olarak bu beş yüz sayfalık aşk romanı beni benden alacak uzun zamandır elimi sürmediğim aşk romanlarının önünü açacaktı! Üzerine bir de dizi başlayacak hayalimdeki senaryo ekranda can bulacaktı. Televizyonda dizi seyretmek için bundan güzel bir fırsat olamazdı!

Olmadı...

Önce romanda hayal kırıklığına uğradım. En önemli mevzuların fazlasıyla havada kaldığını gördüm. Hatta anlamıyorum diye kendime kızdım farkında olmadan sayfamı atlıyorum diye. Geri dönüşlerim oldu ve havadaki mevzularımla yeniden kaldığım yerden devam edip bitirdim romanı. O büyülü aşkın, o fedakarlık dolu aşkın bir hiç uğruna harcanmasına asla gönlüm razı gelmedi. Romanı okumamış olma ihtimalini gözönünde bulundurarak fazla ayrıntıya girmek istemiyorum Karakedim. Sonuç olarak kitap bittiğinde baştan hayalini kurduklarımla sonunda yaşadıklarım pek hoş karşılamadı birbirlerini.

Editoryal açıdan baktığımda harika bir konu var işlenecek. Aşk, fedakarlık, aile, savaş. Kıymetli konular. Güzel kurgulandığında okuyucunun fazlasıyla ilgisini çekecek konular ama bu aşkın harcanması, önemli konuların havada kalmasıyla editoryal açıdan sınıfta kaldı roman benim için.

Kurt Seyt ve Shura romanının yazarı Nermin Bezmen





Dün akşam dizi başladı. Bir heves görsel sunum romandaki hayal kırıklığımı giderir dedim ancak o da olmadı. Senaryo romana birebir uymadı hatta romanda olmayan sahnelerle karşıladı beni. Bunu eleştirmek haksızlık olabilir sonuçta birebir uyarlama yapılmak zorunda değil, değil ama böyle olunca da romanı okuyan izleyicinin kafası allak bullak oluyor. İnanılmaz bir büyüyle başlayan Seyit-Shura aşkı harcanıp romanda karakterleri zayıf Petro ve Barones'den resmen yeniden karakter çıkartılması ve ağırlık verilmesi şaşkına uğrattı beni. Petro'nun hayinliği kitapta havada kalan mevzulardan biriyken sanaryo ekibi Petro'yu haklı göstermek ve havada kalan mevzuyu kendilerine göre oturtmak için çok çaba sarfetmişler.

İkinci  konum da şu ki asla ve asla hiçbir oyuncuyu yermek bana düşmez, haddimi bilir, eleştirmeyi fazla tercih etmem. Ancak ben balerinlere hayran bir kadınım. Romanda Bolşoy Baş Balerini Tatiana Rusya'nın en güzel kadını olarak tarif ediliyor. Makyajı, kostümü, konumu gereği bende uyandırdığı özgüveni, Seyit ve Shura'ya yardımları vs. dolayı bende muhteşem bir kadın portresi oluştu. Bu roldeki arkadaşı üzmek de istemem ama bir balerin duruşu vardır, bir balerin topuzu vardır, bir balerin makyajı vardır. Sahneyi inleten bir tutkusu vardır, oyuncu da bunlar yoktu:( Belki de Shura kadar merak ediyordum Tatiana nasıl canlandırılacak diye ve kendi hayalimdekini bulamadım, üzgünüm.

Üçüncü  konum ve benim için en önemlisi, Seyit arkadaşlarıyla babasının evine gittiğinde babasıyla ikisinin arasında aslında tüm hikayeyi etkileyecek çok önemli bir konuşma geçiyor.Seyit  sadece baloda gördüğü ancak bakışmaktan öte hiçbir etkileşimi olmadığı Shura'yı düşünedursun babası hayatında biri olup olmadığını soruyor ve ekliyor "Rus kızlarıyla gönlünü eğlendirebilirsin ancak evleneceğin kız Türk olacaktır!"

Romanı okumamış olsam bu sahne bende nasıl bir etki bırakır? Etkilenmem bile! Halbuki romanda Kurt Seyit babasından bu sözleri işittiğinde çoktan Shura'nın etki alanına girmiş, gözü ondan başkasını görmeyecek kadar körleşmiş durumdaydı. Shura'yla bakışmanın ötesinde büyülenerek sevişmiş hayatını onunla yazmaya karar vermişti. Böyle bir adama "Rus'la evlenemezsin" dersin, dersin de baba bile olsan seni dinlemez... İşte izleyici üzerinde bırakılması gereken etki budur.

Aşk dünyanın en güzel, en hırçın, en içinden çıkılmaz, en fedakarlık gerektiren, gözü kör eden duygusu. Bunu izlemek istedim ekranda ama senaryo beni  farklı entrikaların içerisine çekince "Aşkı neden harcarlar" deyiverdim.

Romanı mı dizisi mi?

 Romandan mı ekrandan mı?

diye sorarsan Karakedim, eleştirmek kolaydır ama bunca hayalkırıklığımı ve dizi-roman bakımından koca bir emeği de gözardı edemeyerek bu sefer tercihimi ikisinden yana da kullanamıyorum, üzgünüm...

Sana Özlem Dolu Sevgilerimi Gönderiyorum..

SENİ ÇOK SEVEN
     GİZLİKIZ


20 Haziran 2013 Perşembe

" EŞEK BİLE AYNI ÇUKURA İKİ KERE DÜŞMEZ !!! "

Sevgili Karakedim,

Sana, son yazdığım Yağmura DİRENEN Cuma başlıklı mektubumda Gezi Parkı olaylarından bahsetmiştim. Cumartesi akşamı RTE nin emriyle Gezi Parkı boşaltıldı. Ekranlara çok masum yorumlarla yansıtılan boşaltılma sahnelerinin aksine, parkta bulunan çocuk, genç, kadın, adam, yaşlı, sanatçı, vatandaş kim var ise "BİZDEN", Gezi Parkı'ndan ATILDI!

Pazar günü de RTE sözüm ona "Halkın miting alanı olan" kendi milli miting alanında kendisinin halk diye tanımladığı  "ÜÇ BEŞ ŞAKŞAKÇI" ya Milli İradeye Saygı adında bir miting yaptı. O insanları oraya para vererek, özellikle belediye çalışanlarını işinden olma tehdidiyle toplayarak, halkın belediye otobüslerini, vapurlarını "ücretsiz" kaldırarak getirtti. Hepsine "BİZİM" paralarımızla alınmış parti şapkaları ve flamaları dağıttı. Şapkayı başlarına taksınlar da beyinlerine güneş geçmesindi! Çoktan sulanmış beyinlerin kurumasından korktu herhal!!!! Bir de Türk bayrakları dağıttı, o konuşurken yalandan sallasınlar diye. Halbuki "BİZ" camlarımıza, balkonlarımıza astığımız bayraklarımızı omuzlarımıza sarıp gidiyorduk meydanlara... RTE, şakşakçılarına "Oyunlarını Bozalım." diye çığırırken bu iki resim arasındaki farkı görüp kimin "OYUN" içinde olduğunu anlayamaz mıydı? Anlardı elbet de işine gelmedi...

"BİZ" KIRGINDIK! "BİZ" 30 MAYIS AKŞAMINDAN BERİ KIRGINDIK ama cuma günkü mektubumda da yazdığım gibi asla UMUTSUZ değildik!

Ve pazartesi günü ERDEM GÜNDÜZ adı bizim de UMUDUMUZUN ADI oldu...

ERDEM, RTE nin halk üzerinde başlattığı psikolojik savaşta "Sessizliğin" ve "Durağanlığın" en güzel cevap verme ve tepki gösterme aracı olduğunu kanıtladı. "BİZ"im boğazımızdan çıkamayan sese tercüman oldu. Bu psikolojik savaşta TEK BAŞINA, hepimizin umudu oldu. Polisi şaşırttı, hükümeti afallattı ve dünyaya kendini "DURAN ADAM" olarak tanıttı.








"Biz" haberlerden onun dans sanatçısı olduğunu öğrenmiştik ama elbette bu kadar değildi, onun da bir hikayesi vardı. O hikayenin içerisinden belki de en manidar bölümü Erdem'in arkadaşı Alper Alpözgen paylaştı bir fotoğraf eşliğinde.






Alper diyordu ki: "Yıllar önce face'e yüklediğim bu fotoğrafta arkada bendeniz, önde arkadaşım Erdem Gündüz nam-ı diğer Duran Adam, üniversiteye başörtülü kızların sokulmamasını protesto etmek için derse türbanla giriyoruz. Yıl 2004 yer Yıldız Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi. Yine aynı günlerde e-muhtıra verildiğinde sokağa dökülüp AKP'lilerle "bir daha asla" diyerek yürümüştük. Biz zamanında onlar ezilirken onların yanında mücadele ettik. Bana 20 gün önce AKP'lileri de anlamak lazım, diyalog lazım, empati lazım deseydiniz size hak verirdim. Ama bunca olandan, yalandan dolandan, iftiradan, şiddetten, cinayetten sonra bir daha asla! Ben onların özgürlüğü için çok çabaladım ama sonra kendi özgürlüğümüz için 31 Mayıs akşamı sokağa çıktığımda suratıma gaz bombası yedim, şu an devletle mahkemeliğim. Erdem gibi zamanında Müslümanların hakları için de mücadele etmiş bir arkadaşım şimdi her yerde hedef gösteriliyor, ajan olmakla ve akıl almaz iftiralarla suçlanıyor. Yarın başına bir iş gelirse tüm AKP''yi savunanlar ve onlarla empati kurulabileceğini iddia eden safdiller sorumludur. Eşek bile aynı çukura iki kere düşmez!"

Demek ki Erdem nam-ı diğer DURAN ADAM sadece Gezi Parkı Direnişinde değil haksız gördüğü her durumda tepkisini ortaya koymayı bilmiş. "BİZ" yıllardır kendimizi haksızlıklar karşısında yalnız zannederken birileri bizim sesimiz olmuş. Aslında Alper de satır arasında çok incecik bir noktaya vurgu yapıyor: "Bizler haksızlığa karşıyız, haksızlık yapan kim olursa olsun AYIRT ETMEDEN tepkimizi ortaya koyarız." diyor. Facebooktaki bu paylaşımının bir okuyucusu olarak bana "Aç gözünü aç, eşek bile aynı çukura iki kere düşmez!" diyerek uyarıda bulunuyor. Bu adam haksız mı?


Hakkını savunan milyon insana bu zulmü reva görmek, kitap okuyanını, piyano çalanını, mizah dolu pankart yazanını, avukatını, doktorunu, ülke takımlarının en güçlü taraftar guruplarını ki onları Ergenekon üyesi olmakla suçlayıp gözaltına almak, susturmaya, bastırmaya, eziklemeye ve ötekileştirmeye çalışmak HAK mı?

Çok kısa bir süre önce dünyanın bir başka ülkesi Brezilya'da da halk sokaklara döküldü. Brezilya halkı ülkelerindeki yolsuzluğa, paralarının gereksiz harcamalarla tüketiliyor olmasına karşılar. Daha iyi bir eğitim ve ulaşım hizmeti almak istiyorlar ve ellerinde Brezilya bayrağı sokakları inletiyorlar. Brezilya Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff "HALKIMLA GURUR DUYUYORUM." diyor ... !!!

ŞİMDİ BEN AYNI ÇUKURA İKİNCİ KEZ DÜŞECEK KADAR EŞEK DEĞİLİM KARAKEDİM.


SENİ ÇOK SEVEN
     GİZLİKIZ







14 Haziran 2013 Cuma

Yağmura DİRENEN Cuma

Sevgili Karakedim,

Ben bir zamanlar bir bankanın bir şubesinde çalışıyordum. O zamanlar aynı şubede çalışan ve yan masamda benimle aynı görevi paylaşan bir arkadaşım vardı. -Ne Severdim Onu-

Bir cuma günüydü. şube çok kalabalıktı. İkimizin de masasının önündeki sandalyelerden müşteri eksik olmuyor, çalan telefonlar ikimizi de tırlatmaya yaklaştırıyor, ekranda bekleyen işler de bütün bunların üzerine tuz-biber oluyordu. Yoğunluktan birbirimizin yüzüne bile bakamıyorduk o cuma günü ...

Yanlış hatırlamıyorsam saat akşam üzeri dört gibiydi. Şubede pek de alışık olmadığımız bir "müşterisizlik" ve beraberinde sessizlik oldu. O an masamın önündeki sandalyenin boşluğuna takılınca gözüm, kafamı ekrandan çıkartıp camdan dışarıya bakma fırsatı buldum. Dışarısı günlük güneşlikti. Dışarıda hayat vardı, hava vardı, bütün bedenime bir ömür yetecek nefes vardı. Gözlerimi kapatıp bu an bitmesin diye düşünürken yan masadan arkadaşımın sesi böldü sessizliğimi.

"Şimdi gök patlasa, şakır şakır yağmur yağsa harika olur." 

O anki hava şartlarında ne ütopik bir dilekti bu! Yüzümde alaycı pis bir gülümsemeyle gözlerimi diktiğim pencereden devire devire ayırarak başımı arkadaşımın masasına doğru çevirdim. O gün ilk defa göz göze geliyorduk.

"Boş hayallere kapılma, bu havada yağmur yağmaz."

Hayalini desteklemediğim için canı sakılmıştı, yüzünü düşürüp bilgisayarının ekranına gömüldü  ve saniyeler içerisinde gök patladı.

Şubenin kapısında sigara molası veren şube çalışanları içeri kendilerini zor attı, güvenlik görevlisi kapıyı kapatırken ikinci kez göz göze geldik arkadaşımla. Tek cümlem: "Ne kadar temiz bir kalple diledin yağmuru." oldu.

O cuma çok yorulmuştuk. Tüm haftanın da ağırlığı bedenimizin dik durmasına engel oluyordu. Şubenin kapanmasına kısa bir süre kalmışken biraz nefes almak, kafamızı toparlamak için ikimiz adına imkansızı istemişti arkadaşım. Yağmur yağarsa müşteriler dükkanlarından ya da bulundukları kapalı mekandan çıkmaz, şubeye çok acil işi olanların dışında kimse gelmezdi. İsteği  çok haklı bir dilekle buluşmuştu. İmkansız da olsa temiz kalple dilenen her dileği, Allah duyardı.... Allah onu da duymuştu ...

Artık her yağmurlu cuma aklıma o arkadaşım ve dileği geliyor Karakedim.  Bu yağmurlu cumada aklımın küçük bir ucunda "o an" geriye kalan kocaman ucundaysa Gezi Parkı'nda Direnen gençler var. Onların temiz kalplerinden geçen, ülke şartları gözönüne alındığında imkansız görünen ancak ilahi adaletin asla görmezden gelmeyeceği dilekleri var. Onların dilekleri, ofisinde çalışıp yanlarında olamayan, gelişmeleri televizyonlarından takip etmek zorunda kalan, başka şehirlerde oturup onlarla kalpleri aynı atan, bulundukları yerlerde kendilerine destek olmak için Türk bayraklarıyla yürüyen, her akşam saat 21.00 de tencere tavasıyla, kornasıyla sesini onlara duyurmaya çalışan ya da açıp kapattığı ışıklarıyla "Yanındayım" diyen milyonların dileklerini temsil ediyor.




Tüm o gaz bombalarına, sıkılan "plastik" mermilere, ağızlardan çıkan "üslupsuz" söylemlere, kabadayı kılıklı yönetenlere, polisine, konuyla alakasız protestocusuna rağmen hepimiz adına direnen gönüllü bu insanların dilekleri işte o arkadaşımla o bankanın o şubesinde yaşadığımız o anki gibi gerçek olacak Karakedim.

İtirazı olan, moral bozan uzakta dursun, gölge etmesin ve gök o gün imkansızken nasıl patladıysa bu direnişin gerçekleştireceği olumlu sonuçlar yağmur gibi yağsın DİRENİŞE inananın da inanmayanın da üzerine ...



NOT: Mektubun sonunda o bankanın ismini tahmin etmek çok güç olmasa gerek ...

SENİ ÇOK SEVEN
     GİZLİKIZ

4 Mayıs 2013 Cumartesi

YARATICI YAZARLIK NEDİR NE DEĞİLDİR

Sevgili Karakedim,

Uzun zaman oldu mektuplaşamadık.
Bugün ise sana anlatmaya değer güzel bir konuyu taşıyacağım mektubuma.

27 Nisan'da İstanbul Bilgi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Kulübü üyeleri Özge Yerlikaya, Barış Demirsoy ve Burak Altınay'ın düzenledikleri "Yaratıcı Yazarlık Nedir Ne Değildir" sempozyumuna katıldım.



Bu üç "YazıSever Kafadar" sempozyuma, sohbeti, beyinde fırtına, kulakta ise küpe olacak türden konuşmacılar davet etmişler. Adı üzerinde sempozyum bu, üç oturumda konuyla ilgili farklı görüşler yatırıldı masaya. Ben de senin için başlıklar halinde derleme yaptım Karakedim. Hazır mısın?

ÖNCE SANAT VE EDEBİYAT

Akademisyen-Yazar Murat GÜLSOY "Bir yanın saklamak isterken diğer yanın açığa vurmak için çabalar. Bunun sonucunda ortaya çıkan üründür sanat." tanımlamasını yaparken Akademisyen-Yazar Pınar KÜR "Edebiyat betimleme ve metafor üzerine kuruludur." dedi. Akademisyen-Editör Bülent SOMAY ise konuya bir soruyla yaklaştı: "Edebiyat eseri bir meta mıdır yoksa bir hediye mi?" Dinleyicilerin kafaları karmaşıklaşırken sorusunu açtı Somay: "Düşündüklerimiz bize ait değildir. Düşüncelerimizi yazılı hale getirdiğimizde üzerinde pek çok insanın emeği olduğunu görürüz." Amanda Palmer'in Ted Talks'taki konuşmasını dinlememizi önererek sorusunu kapattı.

YARATICI YAZARLIĞA BAKIŞ:

Konuşmacılar en çarpıcı farklılığa bu başlıkta ulaştılar.
Yaratıcı yazarlık kavramıyla ilgili Bülent Somay, "Yaratıcı ve Yazarlık kelimeleri yan yana gelince bir oksimoron oluşuyor. Yazarlık öğrenilebilen bir şeyken yaratıcılığın öğrenilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum." dedi.
Murat Gülsoy, "Yaratıcı yazarlık eğitimi bir sanat eğitimidir ve konusunda ehli kişiler tarafından verilmelidir." dedi ve ekledi: "Tıpkı diğer sanat dallarında olduğu gibi yaratıcı yazarlık da atölyede öğrenilebilir. Buna hayır demek kolaycılık olur."
Pınar Kür, "Yaratıcı yazarlık ile edebiyat iç içedir. Yaratıcı yazarlık kavramına karşı çıkmak Ferhan Şensoy'un kahraman bakkal süper markete karşı cümlesindeki karşıtlık gibidir ve bence yersizdir." diyerek farklı oturumlarda konuşmuş olup birbirlerini duymasalar da Murat Gülsoy'un fikrini desteklemiş oldu.

YARATICI YAZARLIK ATÖLYELERİNDEN YAZAR ÇIKAR MI?

Bülent Somay bu başlıktaki soruya olumsuz yaklaşanlardandı: "Herhangi bir kurs, bir yazarın olmazsa olmaz hali, dert sahibi olma özelliğini kazandırabilir mi? Bu konuda şüphelerim var. O nedenle yaratıcılığın öğretilemeyeceğini, kişinin doğası gereği ortaya çıkan bir hal olduğunu düşünüyorum."
Pınar Kür kendi yazarlık atölyesi öğrencilerinden Ayşe Sarısayın'ın Sait Faik Edebiyat Ödülünü aldığını örnek vererek "Yaratıcı azarlık atölyelerinden yazar çıkmıyor sözü gerçeği yansıtmıyor." dedi.
Murat Gülsoy "Arzu" ya vurgu yaparak "Sanat Akademisinden mezun her kişinin sanatçı olamadığı gibi bu atölyeleri tamamlamış kimselerde de arzu yoksa yazar olamazlar. Atölye bakış açısı kazandırır. Gerisi kişiye kalır." dedi.

HEMFİKİR DE OLDULAR

Konuşmacılar zaman zaman ortak cümlelerde birleştiler. Örneklersem:
-Yazarın bir itirazı olmalıdır. Yazmak dert işidir ve dert anlatma çabası yaratıcılığı doğurur.
-Yaratıcı yazarlık atölyeleri katılımcılarına okudukları metinleri parçalamasını, parçaladıkları metinleri analiz etmesini bilen donanımlı okuyucu olmayı vaat eder.

VE TAVSİYELER

Akademisyen-Müzisyen-Yazar Gülayşe Koçak ezberci eğitimin dilin gelişimini engellediğini belirtirken Pınar Kür bu sorunu dilimizin büyük şairlerini okuyarak çözebileceğimizi vurguladı. Koçak, ön bilgilerin ve yazarken beğendirme kaygısı taşımamızın yaratıcılığımızı kısıtladığını belirterek kısa vakitte, haldır haldır ve sansür mekanizmamızı devreye sokmadan yazmamız tavsiyesinde bulundu.
Pınar Kür: "Aklınıza gelen her şeyi yazın. Nasıl ki vücudumuz yediğimiz her şeyi ayrıştırıyor, gerekenleri gerekli yerlere bölüştürüyor ve gereksizleri atıyor siz de yazdığınız o her şeyi ayrıştırın, düzene sokun." Tıpkı sempozyum sonrası benim sana bu mektubu hazırlarken yaptığım gibi Karakedim.
Benim için can alıcı tavsiye mektubumun başında yazdığım, Bülent Somay'ın izlememizi önerdiği Amanda Palmer konuşmasıydı. Bu konudaki görüşümü ayrı bir mektupta paylaşacağım seninle.

DİMAĞIMDA KALANLAR

Sempozyum konuşmacılarından Murat Belge "Akil İnsanlar" grubunda olduğu ve programı son anda değiştiği için sempozyuma katılamadı. Kitaplarını takip ettiğim Semih Gümüş'ün katılamama sebebini bilmiyorum ancak fikirlerini dinlemeyi arzu ederdim.
Sempozyum sonunda bu üç YazıSever Kafadar'a bolca teşekkür birikti içimde ve elbette Barış'ın konuşmasında okuduğu  hikayedeki mimarın "Gün görmemiş dişler" benzetmesi kaldı dimağımda.
Benim de gün görmemiş fikirlerim vardı aklımda, hemfikir pek çok kişiyle aynı havayı solumak, bu sempozyumda bulunmak bu yüzden çok iyi geldi bana Karakedim.


SENİ ÇOK SEVEN
    GİZLİKIZ







21 Ocak 2013 Pazartesi

DOĞUM KALEMİ

Sevgili Karakedim,

Ben bu ayın ortasında doğumumun 30. yılını kutladım. Arkasından bir bir sevdiğim isimlerin ölüm haberlerini aldım.
Önce Mehmet Ali Birand ardından Toktamış Ateş ve şimdi de Deprem Dedem veda etti bize. Hayat devam ederken, ben  gelecek ocak aylarında doğum günümü kutlarken  aynı ocak onların ölüm yıl dönümlerini barındıracak...

Ölümü düşünürken, çalışma masamın üzerinde duran, geçen gün kuaför çıkışı kasada hediye ettikleri kalem takıldı gözüme.

Doğumun Kalemi ...

Çok kıymet verdiğim bir arkadaşımın vasıtasıyla tanıştığım MEHMET&ERKAN yılbaşında müşterilerine hediye etmek üzere harika bir kalem hazırlatmış.
İçinde doğum taşıyan bir kalem.

Merak ettin değil mi Karakedim?

Merakını şöyle gidereyim; Kalemin kapağında ufak bir bölme var. Bölmenin içerisinde de karaçam tohumları. Kalemin kutusunda da bu tohumların nasıl filizlendirileceği ve akabinde nasıl toprağa ekilmesi gerektiği anlatılıyor. Çam fidesi olduktan bir sene sonra da bir orman arazisine ekilmesi öneriliyor.


Kendilerine güzelleşmek için gelen müşterilerine hem güzellik hissi hem de bu tamamen doğada çözünebilir, faydası bol kalemi armağan ettikleri için teşekkürü hak etti MERHMET&ERKAN .

Üst üste gelen ölümlere üzülürken bir doğuma yardımcı olmak düşüyor şimdi bana.
Önce tohumların doğumu için gerekli ortamı sağlamak, ardından da fidemi yangınlarla yok edilmiş bir orman arazisine dikmek için harekete geçmek olsun bu Ocak görevim benim ...

SENİ ÇOK SEVEN
   GİZLİKIZ


FACEBOOKTAYIM

TWITTERDAYIM




19 Ocak 2013 Cumartesi

MUTLU UYU MEHMET ALİ BİRAND ...

Sevgili Karakedim,

İstanbul Üniversitesi'nde Gazetecilik öğrencisiyken onun da hayatını okumuştuk diğer meslek büyüklerininkini okuduğumuz gibi.

Eleştirmiştik. Mesleğin çetrefilli yolu gözümüzü çok korkutuyordu. O zaman "Benim de arkamda Vehbi Koç olsa ben de onun yerinde olurdum." demiştik.

Çocukluk etmişiz, affetsin bizi ...

En son doğum günümde seyrettim sunduğu ana haber bültenini. Çarşamba günü yoğun bakımda olduğunu okudum. Perşembe akşamı eve gelir gelmez açtım televizyonu, gene ekranda görmekti onu, ümidim.

YOKTU! Bir daha da olmayacaktı.  ...



Çok eleştirdik, "Bu adam nasıl haber sunuyor böyle." dedik. Yine de onu izlemeye devam ettik. Bana kalırsa yaptığı ciddi işe mutluluk katmasını iyi biliyordu ve izleyiciye de bunu hiç farketmeden ve farkettirmeden geçiriyordu.

Bir cuma akşamı ana haberi kapatırken "Pazartesi kimselere vermeyin, saat yedide buluşalım."demişti. Arada "Randevu" kelimesini unutması bizim durumu müstehcenliğe döküp kahkahalarla gülmemize sebep olmuştu.
Perşembe akşamından beri o kahkahaların bin katı göz yaşı var suratımda.

Bize öğrenciliğimizde önce insan sonra gazeteci olmamız öğütlenirdi hocalarımız tarafından. Mehmet Ali Birand insanlığıyla gazeteciliğini harmanlamış ve 71 yaşına kadar mesleğinin peşinde koşmuş bir adam olarak ayrıldı ekranlarımızdan. Sırf bu yüzden bile saygıyla akan bu göz yaşlarıma değer.

Onun meslek öğrettiği öğrencilerinin söylediklerindeki ana fikir: "Öğretirken bizden de öğrenen bir insandı." idi.
 Her şeyi bilmek değil bildiklerini paylaşıp herkesten öğreneceği bir şeyler olduğuna inanmak.

Bir ropörtajında "Mutlu öleceğim." demiş.

Bu öngörüsüne istinaden emin bir temenni olacak son sözüm.

MUTLU UYU MEHMET ALİ BİRAND ...



SENİ ÇOK SEVEN
   GİZLİKIZ

FACEBOOKTAYIM

TWITTERDAYIM


16 Ocak 2013 Çarşamba

TEŞEKKÜR EDERİM YEMEK SEPETİ :)

Sevgili Karakedim,

İnsanın doğum gününde sevdikleri yanında olmalı ya da yanında olduğunu hissettirmeli.

İnsanın  bu sevdikleri sabahın köründen itibaren tüm gün boyunca arayıp karga sesleriyle "Hepii Börtdey" şarkıları söylemeli.

Sosyal mecralardan iyi dileklerini sunmalı, mesajlar atıp hatırlandığını ve çok sevildiğini hissettirmeli.

İmkanı olanlar gelip kocaman sarılmalı, salyalara boğup öpmeli, miss gibi koklamalı.

 Sürprizler yapmalı, çam sakızı çoban armağanı hediyesini uzatmalı, tebrik kartı yazmalı vs.

İnsan da çok mutlu olmalı, bolca gülücük ve teşekkür saçmalı kıymetli sevdiklerine.

Buraya kadar her şey çok güzel ve "karşılıklı" iken doğum günlerimizde çalıştığımız bankalardan, sigorta şirketlerinden, internetteki alışveriş sitelerinden, kullandığımız telefon hattından hatta yaşadığımız ilçenin belediye başkanından bile tebrik mesajı alıyoruz.

Bu tebrik mesajlarının çoğunu okumuyoruz ne de olsa bizimle çıkar ilişkisi olan mecralardan geldiği için samimi bulmuyor ve önemsemiyoruz. Doğal olarak teşekkür cevabı da yazmıyoruz.

Dün posta kutumda bu tip mailler çokçaydı. Açmadan silmek için işaretlerken arada yemek sepeti nin attığı maili açasım geldi. İyi ki de açmışım Karakedim.

GÜLDÜREN KUTLAMA için tıkla

Rekabeti samimi ve kişiye özel değerlendirip bu videoyu hazırladıkları, diğer kurum ve sitelerin aynı dilekleri içeren soğuk mesajlarının arasından sıyrılmasını bildikleri, müşterinin hem kalbine hem de midesine  hitap ettikleri için yemek sepetini tebrik ediyorum.

ÇOOOOOOKKKK TEŞEKKÜR EDERİM YEMEKSEPETİ :) 

SENİ ÇOK SEVEN
   GİZLİKIZ


 Facebooktayım
Twitterdayım





15 Ocak 2013 Salı

HAYAT SAHNESİNDEKİ 30. YILIMI KUTLUYORUM

Sevgili Karakedim,

 15 Ocak bugün.

Hayat denen Sahnenin tozunu solumaya başladığım gün bugün.

Bu sahnedeki 30. yılımın ilk günü bugün.

İşte bu yüzden benim için çok önemli, çok kıymetli gün, bugün...

İzninle bugün sadece kendim için ufacık bir yazım olacak.



30 yıldır senden ya da bir başkasından daha farklı şeyler gelmedi başıma. 
Hayat sahnesinde sergilediğim tüm oyunlar hepimizinki gibiydi. Tek fark benim yorumumdu.

Şimdi elimdeki kalemim, önümdeki beyaz kağıtla, 
Saçlarımın aralarından gün yüzüne çıkıp dikkatimi çekmeyi başaran beyaz tellerimle, 
Gözlerimin içinde, çocukluğumdan kalma-büyümeyi becerememiş o gülümseme ve yine o gözlerde her seferinde olgunlaşan yaşlarımla, 
Unutup-vazgeçtiklerim, ellerini asla bırakmayıp sevgisiyle doyduklarımla, 
Hasretinden geberip, acısıyla olgunlaştıklarımla, 
Dinlediğim şarkıları, okuduğum tüm hikayeleriyle,
İçimde dizginlediklerim ve dışımda sergilediklerimle 
Yani her şeyiyle ama her şeyiyle 

HAYAT SAHNEMDEKİ 30. YAŞIM KUTLU VE MUTLU OLSUN BANA...

SENİ ÇOK SEVEN 
   GİZLİKIZ


Günün Sözü: Koşarak kaçtım çocukluğumdan, büyümeyi öğrenemedim hala...

FACEBOOKDAYIM

TWITTERDAYIM








23 Aralık 2012 Pazar

SÜRDÜRÜLEBİLİR MUTLULUK

Sevgili Karakedim,

Dün akşam Leo'yu tembihlemiştim. Sabah giderken beni mutlaka uyandırmasını istemiştim. Yatağın içinde gözlerimi açıp her sabahki gevezeliklerimi yapıp gene yatağın içinden onu işe uğurlayıp uyumaya devam etmeme izin vermemesini, mümkünse beni yataktan çıkartmasını istemiştim.

Yılın son haftasının ilk günü. Tezatlar bir cümlede buluşmuşken bu haftaya erkenden uyanmaktı niyetim.

Niyetimi gerçekleştirmem hususunda Leo pek başarılı olamadı:)

LEO: Günaydın hayatım, hadi uyan, ben çıkacağım birazdan.

Odanın ışığını açık bırakıp banyoya gitti. Kıyamamıştı karısına, yapabileceği en acımasız uyandırma taktiği buydu ve bende işe yaramamıştı:) Sonra döndü, ışığı kapattı.

LEO: Uyu aşkım sen uyu. Seviyorum seni.
GİZLİKIZ: (Gözleri kapalı) Ben de seni bebeğim. Hayırlı işlerrrrrrr...

Ve Leo uzun bir güne başlamak üzere evin kapısını arkasından kapattı. Yok niyetim ciddiydi, kocam kıyamasa da ben kıyacaktım uykuma, elim perdeye gitti, kalın storun zincirini yattığım yerden çekeledim ve BİNGO:)

Parıldayan gökyüzünün ucunda hızla yükselen güneş bana örnek oldu:) Hem gözümün içine ışın saça saça uykumu açtı hem de bu parlak gökyüzünü harcamamın aptallık olacağını hissettirdi bana.

 Güneşli his içimde elime geceden 300. sayfasında merakla bıraktığım kitabımı aldım ve biraz okuyup iyice ayıldım.

Güne ve bitmeye hazırlanan 2012'ye kocaman bir MERHABA...

 Hemen ardından yepyeni başlangıçların olacağına emin olduğumuz bitişler ruhumuzda darlanmaya sebep olmuyor. Her senenin son haftası da bu yüzden koşturmacayla geçiyor, insanlar daha hoşgörülü oluyor, yorgun olsalar da 1 Ocakta başlayacak yeni yıla hazır bir psikolojiye bürünüyorlar. Her yer ışıl ışıl oluyor, o renkli ampüller kalplerde yanıp duruyor. İş yerlerinde hediye alımı için çelkilişler düzenleniyor. "Bana sevdiğim arkadaşım çıksın." diye içten dualar ediliyor sonra da ne alsam paniği başlıyor. Çekilişsiz kurasız sevdiklerini mutlu etmek isteyenleri ise paniksiz bir telaş sarıyor:)

Bizim evde de yılın son haftası sebebiyle, yılbaşı gecesi dinlenecek şarkıların listesi yapılacak. Ben seçim yapacağım Leo bilgisayardan halledecek. Ve yılbaşı menüsü seçimini elbette Leo yapacak ben de keyifle hazırlayacağım. Her yıl olduğu gibi son hafta ağacı kuracak, süsleyecek, renkli ampüllerini yakacağım. Her biri kalbimde rengarenk yanacak. Yılbaşı gecesi de dileklerimizi ağacımızın dallarına bağlayacağız. Yeni yıla umutla ve mutlulukla başlamak üzere...

Her şey mutluluk için değil mi Karakedim. Bu ritüeller, hazırlıklar mutlu olmak için değil mi? Küçücük bir ışığın kalpte uyandırdığı mutluluk hissi için değil mi? Benim öyle. Yeni başlangıçta mutlu olmaktan başka isteğim yok. Hayır, cümlemi düzelteceğim: Yakaladığım bu hissi sürdürmekten başka bir isteğim yok.

Yıllarca kitaplarda, gazetelerde, tv programlarında "mutlu olmak" başlığı işlendi, maddeler sıralandı, akıllar verildi. Geçen pazar Hürriyet gazetesinin pazar ekinde Prof. Dr. Osman Müftüoğlu Psikolojik Yorgunluğa Savaş Açın başlıklı yazısında Ernie J. Zelinski'nin Mutsuzluğa Reçete'sine yer verdi.

Bugüne kadar okuduğum, dinlediğim mutluluk tavsiyelerinin hepsinden güzel, daha hayati ve sonsuz maddelerden oluşan bu reçeteyi seninle paylaşmak istedim Karakedim.


  • Doyum sağlayacak kadar bir amaç.
  • Geçinebilecek kadar bir iş.
  • Temel ihtiyaçlara yetecek kadar zenginlik.
  • İş ve eğlenceyi dengeleyecek kadar sağlıklı bir akıl.
  • Birçok insanı beğenecek, bunlardan birazını da sevecek kadar şefkat.
  • Kendini sevecek kadar özsaygı.
  • Muhtaç olanlara verecek kadar iyilik duygusu.
  • Zorluklarla yüz yüze gelecek kadar cesaret.
Her maddesi ayrı bir mektup konusu olsa da şimdilik bu maddeleri, hayatını, yakaladığı mutluluğu sürdürmek üzere programlamış bir kadının beğenisi olarak okursan çok mutlu olurum.

Bitmeye hazırlanan yılın son haftasının ilk günü senin için de mutlu başlamış olsun...

SENİ ÇOK SEVEN
     GİZLİKIZ












18 Aralık 2012 Salı

MASALCI BEBEK


MASALCI BEBEĞİ gördünüz mü?

Henüz bu bebeği keşfetmediyseniz ne olur geç kalmayın ve onunla tanışın.

Sarı saçlı, kırmızı elbise ve pelerinli bez bir bebek o. Ama o kadar basit değil. Biraz yaramazlık yapıp eteğini ters çevirince altından bambaşka kostümlü büyükanne çıkıyor. Biraz daha kurcalayıp büyükannenin arkasına bakınca da koca kurt.

Yani bir bebekte üç marifet.

Çocukluğumuzun Kırmızı Başlıklı Kız masalı bu bebekle güç buluyor. 

 Büyüklerimiz bize masalı anlatır, biz de uykuya dalmadan önce hayal ederdik. Şimdiki çocuklar çok şanslı, büyükleri masalı anlatırken ellerindeki bu bebekle hayal etmenin ötesine gidiyor, masalı canlandırabiliyorlar.

“Masalcı Bebek” in fikir annesi ise muhteşem bir öğretmen. Emekli anaokulu öğretmeni ama bilgilendirmeye ve başka branşlarda öğretmeye devam ediyor. Tek bir farkla. Artık küçük çocuklarla değil, yetişkinlerle eğitim yapıyor.

Masalcı Bebek'in mucidi Türkan Özen

 Türkan Hoca’nın hayatta tek bir dileği var, “Çocuklar mutlu olsun.” 


Bu dilekle yola çıkıyor, önce “Masalcı Bebek” i tasarlıyor, çiziyor, biçiyor, dikiyor. Projesini oluşturup patentini alıyor. İlk başlarda kendi ürettiği bebeği çok talep alınca yetişemiyor ve ev kadınlarına destek olma fikri düşüyor aklına.
Şimdilerde “Masalcı Bebek”  ev kadınlarının elinde can buluyor ve oyuncakçılardaki raflara ulaşıyor. Sizin de aldığınız her bir Masalcı Bebek ev kadınlarına umut oluyor.

“Masalcı Bebek” in ne kumaşında ne de içerisindeki dolgu maddesinde çocuklara zararlı bir ürün var. Siz kutusunun arkasındaki masalı çocuğunuza okurken o da elindeki bebekle hem kırmızı başlıklı kızı, hem büyükannesini hem de kurdu bir arada bulabiliyor. 

Siz bu bebekle o masalı çocuğunuz için ne kadar inanılmaz yapacaksınız? Bunu düşünmek bile “Masalcı Bebek” i çok sevmeye yetiyor.

Detaylı bilgiye www.masalcibebek.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Ufak bir hatırlatma da benden olsun: Yakında büyük oyuncak marketlerde çok yüksek fiyatlara satılacak olan “Masalcı Bebek” i sitesinden çok uygun fiyata bulabilir, toplu alımlarınızda ekstra indirim kazanabilirsiniz.

Yüreği çok büyük ve çok kıymetli Türkan Hocamı bu buluşundan dolayı ellerinden öper size çocuğunuz ve “MASALCI BEBEK” le birlikte geçireceğiniz çok keyifli vakitler dilerim.


8 Aralık 2012 Cumartesi

"İNCİ"Lİ HATIRALARIM

Sevgili Karakedim,

Önce D.K. aradı.
"İnci kapatılmış." dedi.

İnanmadım, gene beni kandırmaya çalışıyor diye düşündüm.

"Vallahi de billahi de kapanmış, devlet kültürel yenilenme çalışması yaptığı için mi ne boşalttırmış İnci'yi. " deyince şaka düşüncemi ciddiyet bastı.



2006-2007. 
O zamanlar Beyoğlu'nda bir bankada çalışıyorum. Akşam üzeri kapanış saatine yakın İnci Pastanesi'nin çalışanı ki ismi hafızama gelmese de mavi önlüğü ve kel kafası gözümün önünde, elinde 2 torba ile gelirdi şubeye. Torbaların birinde para olurdu, hesaba yatırmamız gereken, diğerinde de tatlı, akşam yememiz gereken:)

Akşam kasaları kapatırken mutlaka ya açık verirdik ya fazla. Tüm günün yorgunluğuna "Herkesten önce kasamı kapatıp tatlıya saldırmalıyım." paniği eklenince kafa dağılıyor, kasalar eror veriyordu:)

Amirimiz Koca Levent duruma el atar, herkese eşit paylaştırırdı o milföy tatlısını. Ben ki hijyene hasta bir insan olarak o milföyü pis paralı ellerime aldırmadan afiyetle nasıl yerdim. Biri yemesin de onun payını da bölüşelim diye birbirimizin gözünün içine bakardık.

En önemlisi Karakedim, gündüz çalışma ekibinin arasında ne yaşanırsa yaşansın, ne olursa olsun, akşam Amir Koca Levent'in masasının başında birleştirirdi İnci'nin milföyü bizi. Mutlu olurduk o anlarda, ellerimiz pudra şekerli milföylü, yüzümüz gülümsemeli...

Geçen sene sözleşmiştik D.K ile, gene toplanıp gidecektik İnci'ye ve milföy yiyecektik, yanında da limonata içecektik, o günleri hatıralarımızda canlandıracaktık. Olmadı, bir türlü biraraya gelip gidemedik İnci'ye.

D.K. nın telefonundan hemen sonra akşam haberlerinde İnci'nin zabıtalarca boşaltıldığını görünce yüreğim acıdı. Devletin kararı ya da iş yeriyle ilgili hukuksal yaşananlar beni ilgilendirmiyor da o boşaltılma anı, sevenlerinin isyanı. Durumu protesto eden bir adamın polis otosuna bindiriliş şekli vs. çok üzdü beni Karakedim.

Kimler kimlerin ne hatıraları var orada. Yenen tatlıların kalplerde ve hafızalarda bıraktığı mutlu anlar.

Tek umudum yeniden açılması İnci'nin. Şimdilik yeri fiziki olarak boşaldı ama ben ve benim gibi pek çok kişinin kalbi İNCİ'li HATIRALAR la dolu...

Buna eminim Karakedim.

SENİ ÇOK SEVEN
     GİZLİKIZ

http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar

10 Kasım 2012 Cumartesi

ATAM İZİNDE MİYİZ YOKSA KEYFİMİZDE Mİ?

Sevgili Karakedim,

Biz ATAMIZA

"Olmasaydın Olmazdık." dedik.

Cahil zihniyet

"Hadi canım, o kadar da değil." dedi.

Atatürk'ün inkilaplarını, devrimlerini bir kenara koyup sadece şunu söylesem: O dönemde neredeyse hiçbir iletişim aracı kullanılamıyorken koskaca bir halkı bir amaç uğruna kenetlendiren bir liderden bahsediyorum desem.

Cahil zihniyet, bir düşün halkın şu anki bölünmüşlüğünü ve günümüzün koşullarını. Kapa çeneni de önce saygı duymayı ardından da örnek almayı öğren.

Bu sabah gene televizyonlarda Ulu Önderin ölüm haberini alan halkın duyduklarına inanamayarak Dolmabahçe kapısında izdiham sebebiyle ezildiklerini anlatıyordu o günün tanıkları. Atalarına duydukları saygıyı ve yürekten sevgiyi davranışlarıyla gösteren halkı anlatıyorlardı.


Günümüz anma töreninin ruhsuzluğuyla mutsuz oldum. Evet, o 74 yıldır her sene aynı gün hayatı 1 dakikalığına durduruyor ama çok daha fazlasına layık değil mi????

Sadece bugün sosyal medyada onu anmak;

Profillere "Saygıyla anıyoruz." "Özlemle anıyoruz." demek yeterli mi????

Onun çocukları, onun gençleri ve onun sayesinde bugünleri yaşayan bir nesil olarak profil paylaşımlarından çok daha ötesi var yapmamız gereken. En önemlisi Atatürk'ü tanıyan, ve cahillere fırsat vermeyen bir nesil yetiştirmek artık bizim elimizde.

Bu bir öz eleştiri mektubudur Karakedim.

Son sözüm, ATAMI SEVİYORUM ...

GİZLİKIZ
http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar/257960857604242





17 Ekim 2012 Çarşamba

KASIMDA FUAR BAŞKADIR

Sevgili Karakedim,

Ekim ayıyla birlikte evde zorlu bir tadilat dönemi başladı. Hergün farklı bir usta ve ekibiyle uğraşmaktan, bir elimde süpürge diğerinde ıslak bez toz toprak temizlemekten yoruldum. Evle uğraşmaktan kendi işlerime konsantre olamamaktan da sıkıldım artık. Bu sebeple ekim ayının ve beraberinde tadilatın biran önce sonlanmasını istiyorum.

Kasım gelsin istiyorum...

Kasımı severim ben;

Kasımda havalar soğur. Ekim gibi bir donup bir pastırma sıcağına maruz bırakmaz 11.ay bizi. Kombiler, bütün kış kapatılmamak üzere açık konuma getirilir. Ekimdeki gibi "Açsak mı? Açmasak mı?" ikileminden kurtuluruz. Ve böylece kalorifer dibi puf keyfi başlar:)

Kasım annemin doğumudur. Bu yüzden bütün yılın bütün aylarından çok daha kıymetlidir benim için.

Kasım, bir de İstanbul Kitap Fuarı zamanıdır. 

Bu sene, 31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği ortak çalışması ile 17-25 Kasım 2012 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi Büyükçekmece'de düzenleniyor.

Fuarın bu seneki Onur Yazarı Gülten Dayıoğlu, Onur Konuğu Hollanda ve Ana Teması Çocukluğum Yurdumdur, Çocuk ve Gençlik Edebiyatı olarak belirlenmiş. Bu kapsamda Gülten Dayıoğlu'nun katılımıyla panel - söyleşiler ve rengarenk çocuk etkinlikleri düzenlenecekmiş.

Anlaşılan bu seneki kitap fuarı geçen senekilerden çok daha eğlenceli geçecek Karakedim. 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, 200 etkinlik ve binlerce imza kasımda biz kitapseverleri bekliyor.

Ben bu bilgilere, keyifle takip ettiğim Edebiyat Haber sitesinin  http://www.edebiyathaber.net/31-uluslararasi-istanbul-kitap-fuari-programi-aciklandi/ linkinden ulaştım. Daha ayrıntılı bilgi edinmek istersen kitap fuarının adresini vereyim sana Karakedim. http://www.istanbulkitapfuari.com/ .

SENİ ÇOK SEVEN
   GİZLİKIZ
http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar/257960857604242

6 Ekim 2012 Cumartesi

SEVMEYECEKSEN ÖLDÜRME!

Sevgili Karakedim,

Bir ay önce Leo ile sabah yürüyüşündeydik. Karşıdan karşıya geçmek üzere ışıklarda beklerken bir sokak köpeği yanımıza yanaştı. Koca köpek yanımda birden belirince tedirgin oldum ama gözlerine bakar bakmaz ondan bana bir zarar gelmeyeceğini de anladım. Karnı aç mıydı bilemiyorum ama gözleri "sevgiye aç" bakıyordu gözlerime.

Işık yandı ve karşıya geçtik. Arkamızdan bakıyordu. Ben avucumu onun başına değdirip içimdeki sevgiyi onunla paylaşmadığım için pişmanlıktan öldüm. Ertesi gün aynı yolda hep onu aradım. Bu sefer bayıltana kadar okşayacaktım onu ama yoktu. Bir aydır yok!!!

Tam bir hafta oldu. Sevgisini paylaşmayı bilen insanlar Galatasaray Meydanı'ndan Taksim'e yürüdüler. Sadece İstanbulda'da değil 14 ilde aynı amaçla toplandı insanlar. 5199 sayılı Hayvan Hakları Koruma Kanunu'nun hayvanlara sevgi değil, iyilik değil ölüm getireceğini savunuyorlardı. Kimisinin kucağında kendi kedisi, köpeği, kimisinde anlamlı pankartları ama en önemlisi yüreklerinde insan dışında bir canlıya duyulan sevgi vardı.

YARATILANI SEVERİM YARADANDAN DOLAYI

Zalimce eleştirildiler. "Şehitler için yürümezler de hayvanlar için sokaklara dökülüyorlar." dediler. YAZIK! Hiç bir savunmaya ihtiyacı yok bu yüreği güzel insanların. Sesini çıkartamayan, hakkını savunamayan canlıların tercümanı olan, ağzı-dili olan bu insanları "İşlerine gelmediği" için eleştiren herkese YAZIKLAR OLSUN!!!

Sana İğneada gezimizi anlatırken oradaki hayvanların, çelimsizliğinden, bakımsızlığından bahsetmiştim Karakedim. O kadar restaurantın içinde bu hayvanların açlıktan kırılıyor olmaları içimi ezmişti. Orayı fazla sevemememin sebeplerinden biriydi hayvanlarının hali. Hayvanına bakamayan mahalleyi, mahalleden, hayvanı elden ayaktan düştü diye ölümle mükafatlandıran bir çözümü çözümden saymıyorum.

Önce çocuğunu eğiteceksin. Koskocaman olmuş kadının-adamın el kadar kediden korktuğunu, "tiksindiğini" biliyorum ben ya! Bir kedinin bir insanı ısırmak adına kovaladığı nerede görülmüş? Bu anlamsızlığın çocukluktan kaynaklandığını düşünüyorum.
İlla evinde cins bir kedi ya da köpek beslemek zorunda değilsin çocuğuna hayvan sevgisi aşılayabilmek adına.
 Çocuğunun sokakta bir kediyi, köpeği doyurmasına izin ver, bir kap su koysun kapısına. Sonra gözlemlesin gelen hayvanları. Ardından yavaşça sevdir. O hayvanın sevgi karşısında nasıl mutlu olduğu görsün. Başka bir canlıyı mutlu etmenin ne demek olduğunu yaşayarak öğrensin. Ailesinden bu sağduyuyu kazanamıyorsa okullarda sokak hayvanları için "sürekli uygulamalar" yapılsın.

Daha 1,5 yaşındayken "koca bir tekir" tarafından suratının ortasına şamar yemiş ve çocukken kuçular tarafından çokça kovalanmış biri olarak yazıyorum bunları sana Karakedim. Ne oldu? Ne kuduzum ne de hayvanlara karşı bir antipatikliğim var.

Petshopların kapatılmasından yanayım. Her alışveriş merkezinin otopark katında küçük dükkanların içerisinde sıkış tıkış kafeslerde "El Sürmeden" sevgiden yoksun bırakılan hayvanların bilinçsiz alıcıya bilinçsiz şekilde satıldığı bu dükkanların acil kapatılması gerektiğini savunuyorum. Hepsinde değil ama birçoğunda hayvanlara zinde görünsünler diye şişirme iğneler yapılıyor. Canlılığına vurulup aldığın hayvan bir hafta sonra evinde, ellerinin arasında resmen sönüyor. Minnacık kalıyor. Kendini suçluyorsun, ben bakamadım ona diye vicdan azabı çekiyorsun. Bir bilen veterinere danıştığında gerçekle yüzleşiyorsun. Sonra büyük bir tedavi maratonu başlıyor. Kurtarabilirsen o yavruyu ne ala..

Hayvanların dövüş için eğitilmesi yasaklansın. Hiçbir hayvanın özünde vahşet yoktur! Hiçbir tür şiddete eğilimli değildir. Bunların tamamen insan uydurması olduğunu savunuyorum.

Bu ülkede Kırım Kongo Kanamalı Ateşi yüzünden onlarca insan öldü. Keneleri topladınız mı ki şimdi hiçbir günahı olmayan, insana zararı dokunmayan sokak köpeklerini toplayacaksınız!!

İstedikten sonra çözüm çok...

Yapmayın, SEVEMEYECEKSENİZ DE ÖLDÜRMEYİN ...

Seni Seviyorum Karakedim...
         GİZLİKIZ
http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar/257960857604242










13 Eylül 2012 Perşembe

LAY THE FAVOURITE-Bahse Var mısın?

Sevgili Karakedim,

Sana yazacak pek çok mevzum birikmişken bu hafta uğurlu perşembemde seyrettiğim bir filmi araya sıkıştıracağım. Hafta sonu sakin, romantik ve dinlenmeceli vakit geçirmek istiyorsan dikkate al bu mektubumu derim;)



"Lay The Favourite" vizyonumuzdaki adıyla "Bahse Var mısın?" oyuncu kadrosuyla çok etkileyici bir film olmuş. Nitekim film afişinde Joshua Jackson'ı yani nam-ı diğer Pacey'i görmek filmi izlemek adına benim için güzel bir bahane oldu.
İlk gençlik yıllarını Dawson's Creek'e ve beraberinde Pacey'e tutkun olarak yaşamış bir genç kız olup, büyüyüp evlenip aradan bunca yılı devirdikten sonra onu vizyondaki bir filmin afişinde görmek beni heyecanlandırdı Karakedim.

Joshua Jackson dışında Bruce Willis, Catherine Zata Jones, Rebecca Hall, Vince Vaguhn, John Carrol Lynch, Rusty Meyers. Dediğim gibi kadro etkileyici.

Konuya gelince,  şans oyunlarını seviyorsan, hafif heyecanlı. Ben İddiadır, Şans topudur, Sayısal Loto'dur pek oynamayan, kırk yılda bir Süper Loto oynayıp 5.000 TL. tutturmuş bir insan olarak filmdeki taktik savaşları ve yaşanan atraksiyon fazla ilgimi çekmedi.

Hem güzel, hem seksi hem de sevimli olmayı başaran Beth'in (Rebecca Hall) evli patronu Dink'e (Bruce Willis) aşık olup bizim tabirimizle tam bir "Kötü Kadın" portresi çizerek Dink'i karısından ayırmaya çalışması itici, Dink'in çekilmez karısı Tulip'e (Catherine Zeta Jones) rağmen evliliğine sahip çıkıp karısını aldatmayıp seksi, güzel ve sevimli Beth'i kendinden uzaklaştırması inandırıcılıktan uzaktı!!! Ya da ben çok fesatım;) !!!

Dink'in bu davranışı ne kadar inandırıcılıktan uzaksa da karısıyla içtenlikle konuşması, hissettiklerini paylaşması ve bunun üzerine Tulip'in, sonradan başı belaya giren Beth'e gönül rızası ile yardımcı olması pek naifti.

Biliyorsun filmde olup biteni anlatmak pek adetim değildir ancak hoş bir cümle geçmiştir beni düşündüren ya da kalbime dokunan, hiç acımam çatır çatır yazarım sana. Tüm film boyunca herhangi bir karakterin sarfettiği herhangi bir cümle aklıma kazınmadı ki seninle paylaşayım Karakedim:( Anlıyorsun değil mi?

Lay The Favorite, Joshua'nın  bir gazeteciyi canlandırması mesleğim sebebiyle  ilgimi çektiyse de kaldıki gazeteci olduğuna dair tek bir kare yoktu, oyuncularının ağırlığının altında ezilen ve yüzeysel kalan bir filmdi.

Bunca kelimemden biri filmle ilgili sende azıcık merak uyandırdıysa, birazcık romantizme ihtiyacım var, şans oyunlarını da severim diyorsan hafta sonu için güzel bir fikir verecek bu mektubum sana Karakedim.

Bir ara bana hatırlatırsan sana çoook uzun zaman önce seyrettiğim Kaybedenler Kulübü'yle ilgili bir mektup hazırlamıştım onu postalayacağım.

Bir de Cinetech Torium Sineması Love Seatlerinde film izlemeye bayılıyorum, yazmadan geçemeyeceğim.

HATIRLADIN MI? : http://gizlikizvekarakedi.blogspot.com/2012/02/dusler-bahcesi.html

SEVGİLERİM SENİNLE
          GİZLİKIZ
http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar/257960857604242






5 Eylül 2012 Çarşamba

EDİRNE-EREĞLİ HATTI 2

Sevgili Karakedim,

Gezi yazı mektuplarımın 4. ve son bölümüne geldik. 3. bölüm, EDİRNE-EREĞLİ HATTI'nda sana Edirne gezimizden bahsetmiş ve Edirne ciğeri kısmında meraklanıp, iştahlanman üzere mektubumu sonlandırmıştım. http://gizlikizvekarakedi.blogspot.com/search/label/GEZ%C4%B0-SEL

Ballandıra ballandıra o enfes Edirne ciğerini anlatmayacağım sana Karakedim. Sırf kedinin ciğere baktığı gibi fotoğraflara bakasın istiyorum :)



Yanaklarımı doldura doldura, lokum kıvamındaki ciğerleri mideme indirmeme sebep olan  http://www.kirkpinarkasaprestoran.com/ teşekkür ederim:)

Sarman Leo ile Tekir Gizo ciğerlerini lüpletip doyduktan sonra Karaşimşeklerine atlayıp babalarını sevindirmek üzere dümeni Marmara Ereğlisi'ne kırdılar...

Bebekliğimin, çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği, yüzmeyi denizinde, bisiklete binmeyi, paten kaymayı karasında öğrendiğim yazlığıma 2 senedir kocamla gitmek pek keyifli geliyor bana. Her saat ona anılarımı anlatıyorum. Leo bu durumdan hoşnut mu bilemem ama ben çok keyif alıyorum Karakedim.

Bizi İğneada'da bilen babam, karşısında görünce çok sevindi. 2 gün onunlaydık. Sabah üzüm bağının altında kahvaltı yaptık, öğlen denize girdik ve akşam babamın enfes menüleriyle ziyafete boğulduk.


  • Mangalda çingene palamudu
  • Baba usulü çoban salatası
  • Midyeli pilav
  • Öğlen- soslu makarna
Tadı damaklarda bırakan ve "Benim" diyen pek çok aşçıya taş çıkaran ustalıktaki yemekleriyle babam, ilk gençliğimde bıraktığım deniziyle - havasıyla, elbette gece üzerimize yağan yıldızlı gökyüzüyle ve yavru kedileriyle, yazlığım, Leo ile tatilimizin pek keyifli sonlanmasını sağladı. TEŞEKKÜR EDERİZ :)

Ziyafet soframızdan bir kare:) 
Babamla romantik bir kare. Arkada suni yağmur yağıyor Karakedim.


Ahaaa bu da Yağmur Perisi:) Babam bir sistem  geliştirmiş.  Hem çiçeklerini  suluyor, hem suni yağmur yağdırıyor hem de harika bir manzara yaşatıyor. Biz buna Karadeniz Aklı ve Ustalık diyoruz Karakedim.


Aslında 3 kardeşler ama kucağımdaki Sarı'nın hikayesi başka bir mektupta olacak...
BİTTİ ...

SENİ ÇOK SEVEN
    GİZLİKIZ

http://www.facebook.com/pages/Gizlikizdan-Karakediye-Mektuplar/257960857604242